Yaklaşık 5 aydır Covid-19 salgını nedeniyle içerisinde bulunduğumuz karantina sürecinde, kentsel açık alanlarda varolan insan baskısının azalması ile çevrenin kendisini yenilemeye başladığına dair haberleri sıkça duyar olduk. Yaşanan tüm zorlukların yanısıra gerek kentlerde varolan su kaynaklarının ve denizlerin temizlenmesi, gerek bazı türlerin kent içerisinde kendini yeniden göstermeye başlaması, gerek de çevresel atık oranlarının azalması gibi pek çok pozitif gelişmeye de vesile oldu bu süreç. Gördük ki insanoğlunun doğaya verdiği zararın azalması ve doğanın kendini yenilemesi için çok da büyük mucizelere ihtiyaç yok, bir miktar duraklamak yeterli. Yavaş yavaş normalleşmeye başladığımız bu günlerde, Manifest-OL ailesi olarak bizler de biraz durup geriye bakmak istedik. Bu nedenle, içerisinde bulunduğumuz antroposen çağda bizi ve yaşadığımız çevreyi zorlayan en büyük etkenlerden biri olan atık sorununu ele alan 16. İstanbul Bienali’ni tekrar hatırlamanın faydalı olacağını düşündük.
Coğrafyamızın 33 Yıllık Sanat Mirası: İstanbul Bienali
Bugün ülkemizde ve bulunduğumuz coğrafyada düzenlenen en geniş çaplı uluslararası sanat sergisi olma özelliği taşıyan İstanbul Bienali, sadece Türkiye’den değil birçok farklı ülkeden güncel sanatçının uluslararası alanda tanınmaları ve çeşitli etkinliklere davet edilmeleri konusunda önemli bir rol oynuyor. 1987 ve 1989 yıllarında Beral Madra genel koordinatörlüğünde gerçekleştirilen ilk iki bienalden sonra, 1995’te René Block, 1997’de Rosa Martínez, 1999’da Paolo Colombo, 2001’de Yuko Hasegawa, 2003’te Dan Cameron, 2005’te Charles Esche ve Vasıf Kortun, 2007’de Hou Hanru, 2009’da çalışmalarını Zagreb’de sürdüren What, How & for Whom / WHW (Ne, Nasıl ve Kimin İçin) küratör kolektifi, 2011’de Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann, 2013’te Fulya Erdemci küratörlüğünde gerçekleştirilen İstanbul Bienali’ni 2015’te Carolyn Christov-Bakargiev şekillendirdi. Elmgreen & Dragset’in küratörlüğünü yaptığı 2017’deki 15. İstanbul Bienali’yle bienal, otuzuncu yılını kutladı.
Geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen 16. İstanbul Bienali ise, hepimizin az çok aşina olduğu evrensel bir çevre sorununa dikkat çekti: Yedinci Kıta adı verilen devasa bir atık yığını. Küratörlüğünü akademisyen ve yazar Nicolas Bourriaud’nun üstlendiği Yedinci Kıta başlığını taşıyan bienal, günümüzün en acil konularından ekolojiyi farklı açılardan ele alan eserlere ev sahipliği yaptı. Yedinci Kıta sanatı, insanın etkilerini, takip ettiği yolları, bıraktığı izleri ve insan olmayanlarla etkileşimini araştıran bir antropoloji olarak tanımlamakta. Bienal ana başlığını, Antroposen çağının küresel ısınmayla birlikte en gözle görünür sonuçlarından biri olan, Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki devasa atık yığınından aldı. Popüler bilimde “Yedinci Kıta” olarak anılan bu kütle, 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde, 7 milyon ton ağırlığındaki bir plastik yığınından meydana geliyor. İnsan atıklarının okyanusun ortasında yeni bir kıtanın oluşumuna sebebiyet verdiği bu olay, 16. İstanbul Bienali için ekolojik sorunlar karşısında sanatın güncel durumunu pek çok sanatçı, düşünür, antropolog ve çevreci ile birlikte araştırmak için bir çıkış noktası oluşturdu.
25 ülkeden 56 sanatçının 220’den fazla eserinin sergilendiği bienale, Türkiye’den 8 sanatçı katıldı. Eserler, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin Tophane’deki yeni binasının yanı sıra Pera Müzesi ve Büyükada’da sergilendi. Bienalde yer alan eserlerle ilgili detaylı bilgiye 16. İstanbul Bienali Kataloğu‘ndan ulaşabilirsiniz.
YEDİNCİ KITA’YA GİRİŞ Tarih, Coğrafya, Demografi, Kültür, Arkeoloji, Siyaset
Yazar: Nicolas Bourriaud
Bütün güncel sanat sergileri bir kavramı, bir güncel sanat düşüncesini öne çıkarır; bir imgenin çatısı altına girer, yani duygularla birleşen bir fikirler öbeğinden doğar. 16. İstanbul Bienali’ne hâkim olan ve ona adını veren imge, Yedinci Kıta, bilimin ve siyasi eylemin sınırları içinde bulu- nan bir alandan kaynaklanıyor. Bu imge hepimiz için artık fazlasıyla tanıdık: Sanayi atıklarından görünmez olan okya- nusların, plastik torbaların ve kulak temizleme çubuklarının arasında yüzen balıkların ve diğer deniz canlılarının imgesi. Ama 16. İstanbul Bienali, bu kıta düşüncesini ciddiye almak ve bu kaypak alanı insanların ve insan haricindeki varlık- ların mecburen bir arada var olduğu, henüz keşfedilmemiş bir arazi olarak değerlendirmek niyetinde. Bir zamanlar Avrupalı yerleşimcilerin göklere çıkardığı “yeni dünya”nın olumsuz arka yüzü bu. Zor kullanılarak istila ve işgal edi- lecek bir kıta değil, tam tersine, neredeyse bizim ruhumuz duymadan, bizim yaşam ve üretim biçimlerimizden doğmuş, bizim eserimiz olarak kurulmuş bir millet. Toplumlarımızın aynadaki sureti olan yedinci kıta, yaşamak istemediğimiz, reddedip attığımız şeylerden oluşmuş bir ülke.
Tarih: Maddi yanından (tam 7 ton plastik atığı: Türkiye’nin beş katı büyüklüğünde bir alan) ve coğrafyasından (ülkeler arasında yüzen, yaşanmaz bir kütle) başka, yedinci kıtanın özellikleri nedir? Öncelikle, genel olarak Antroposen olarak anılan yeni bir jeolojik çağın simgesi haline geldi. Eskiden insanı çevresinden ayıran simgesel ve fiziksel sınırlar tamamen yıkıldı. Sanayi faaliyetlerimiz sayesinde, istesek de istemesek de, artık dünyanın evriminin etkin bir parçası olan “doğal bir güç”e dönüştük. Sonuç olarak, herhangi bir yerel politikanın önündeki iki seçenek ya bir ekolojinin parçası olmak ya da onu reddetmek. Yedinci kıta, aynı zamanda, Batı’ya özgü geleneksel doğa-kültür ayrımının da solup gittiği yeni bir zihinsel evren demek. Daha doğrusu, bakterilerden dağlara, ırmaklara, hayvanlar âleminin tamamına kadar her türlü yaşayan organizma veya türe öznelik statüsü tanınmasından bu yana, özne ile nesne arasındaki sınırlar anlamını büyük oranda yitirmiş bulunuyor. Bu durumda, hem taşlarla hem bitkilerle, hem geçmişten kalıntılarla hem sanayi ürünleriyle iletişim kurabilen, dünyadaki bütün sesleri ileten arayüzler olarak güncel sanatçıları bekleyen görev, canlıların tamamına hitap edebilmektir. Geleneksel toplumlardaki şamanlar gibi sanatçı da türler, tarzlar ve tipler arasındaki, özne ile nesne arasındaki işaretler kavşağında duruyor. Sanat yapıtı, bütün canlı organizmaların yaydığı türden bir sinyaldir. Güncel sanat tüm yaşam biçimlerinin yaydığı işaretler bütününün şifresinin çözüldüğü bir uç nokta, dünyanın dilinin insan diline tercüme edildiği yerdir.
Coğrafya: Bir sergi olarak Yedinci Kıta, ne ekolojik sanatı savunan bir manifesto ne de sanatçılarla antropologların pratikleri arasında yapılan bir karşılaştırma; bu devasa bir hologram (Yunanca kökeni “her şey” anlamına gelen holos ve “yazmak” anlamına gelen graphein), biçimleriyle veya iddialarıyla birbirinden farklı çeşitli sanat pratiklerini bünyesinde bir araya getiren alternatif bir dünya haritası. Şu veya bu şekilde bilgi alanını esnetip genişleten sanatçılar burada toplandı: Onlar antropolojiyi insan harici varlıkların dünyasını da kapsayacak şekilde genişletiyor, melez varlıkları inceliyor, hayal ürünü uygarlıklarda arkeolojik kazı yöntemlerini uyguluyor ya da yeni araştırma konuları icat ediyorlar. Eskiden bilgi evreni özenle kategorilere ayrılmış alanlardan oluşuyordu, ama güncel sanat bu düzeni bozmayı kendine görev edinmişe benziyor. Şirazeden çıkmış bilimlere, ortadan yarılmış disiplinlere, canlılar, yapay zekâ ve nesneler arasındaki kesişimlere kucak açmış durumda. Bünyesinde bütün bilgi ve üretim biçimlerinin sürekli infilak edip parçalanarak ardından yine bir araya geldiği bu büyük hareket, dünyanın bir anlamda moleküllerine ayrılmasına tanıklık ediyor. Dolayısıyla, günümüz sanatçısı moleküler denebilecek bir antropoloji uygulamakta. Dış hatları net olarak çizilmiş ve belirlenmiş nesnelerin içine düzgünce yerleştirildiği bir uzamı temsil etmekten çok uzaklar; insan faaliyetlerinin etkilerini, izlerini, işaretlerini ve insan olmayan varlıklarla aralarındaki etkileşimleri sergiliyorlar. Yedinci kıta da bir etki.
Demografi: “Antropoloji, içinde insanlar olan felsefedir” diye yazıyordu İngiliz Tim Ingold mesleği hakkında. Yedinci kıtayı kavrayabilmemiz için, bize sanatçıların antenleri, onların tercümanlığı, onların antropolog damarı lazım. Burada söz konusu olan illaki Batı tarzı bir “ilerleme” düşüncesine ve “uygar” ile “ilkel” arasındaki karşıtlığa dayanan eski zamanların antropolojisi değil; bütün öznelerin eş eylemlilik içinde buluştuğu bir alanı keşfe çıkan, etnik kimliği, hatta insanlığı merkez almanın ötesine geçen bir bakış açısı. Bilim olarak klasik antropoloji, dünyanın sadece farklı doğaya sahip varlıklar arasındaki hiyerarşik ilişkilerden oluştuğu fikrini öne sürdü; günümüz antropolojisi ise buna simetri unsurunu ekledi (Batılı biliminsanı artık kendini incelediği halklardan “üstün” görmüyor) ve araştırma alanını daha fazla sayıda varlığı da kapsayacak şekilde genişletti (söz konusu ilişkiler artık insanın da ötesine geçiyor). Yedinci Kıta özel bir antropoloji türünü gerektiriyor. Günümüz sanatçılarının benimsediği de bu pratiğin diyalojik boyutu, diyaloğu ve bir insan ekosisteminin içine dalmayı eksen alan Bronisław Malinowski veya Claude Lévi-Strauss’un anlayışı. Kısaca, bir karşılaşma hali: Muhatapların sayısını artırmayı ve var olan düşünce veya yaşam biçimlerinin tamamını hesaba katmayı hedefleyen bir ilişkisel antropoloji. Bu anlamda, çağımızın sanatı aynı zamanda bir Antroposen poetikasının yaratılmasına da katkıda bulunuyor ve dünyayı insanlar ile insan olmayanlar, vahşiler ile uygarlar, biz ve onlar şeklinde ikiye ayıran ezeli ayrımcı anlayışın sona ermesinden dersler çıkarıyor. 16. İstanbul Bienali’nin ortaya koyduğu fikirlerden tek birini öne çıkarmak gerekse, ben şunu seçerdim: Biz ve onlar basitçe hayal ürünü kavramlardır ve bu ayrımı biçimlendiren ölçütler şu ya da bu ideolojinin ürünüdür ancak.
Kültür: İsterim ki bu sergiyi gezmeye gelenler, her ne kadar sunulan şeyler aşina gelse de, her sanatçıyı uzaklardaki bir toplumdan haber getiren biri gibi görsün. Yedinci Kıta’da her varlık diğerlerine göre kökünden yabancı bir kisveye bürünmüştür. Her birey kültürünü pek çok kaynaktan yola çıkarak oluşturur ve kültürel öğeleri kendine mal edip sahiplenmek temel kuraldır. Sanat bir zenografi, her zaman uzaktan gelen, yabancı bir dildir.
Arkeoloji: Yedinci kıtanın arkeolojisi, ancak yok olmuş dünyalar için geçerlidir. Pera Müzesi’ni ziyaret edenler, herhangi bir tarih veya arkeoloji müzesinde yer alabilecek bir nesne koleksiyonunu keşfedecek, oysa bu nesnelerin kaynaklandığı iddia edilen uygarlıklar tarih kitaplarında yer almıyor. Bu nesneleri ve göstergeleri yaratanların kimileri gerçekleri hafifçe çarpıtmakla yetinirken, kimileri de güya ürünlerini kazıp çıkardıkları koskoca kavimler veya toplumlar yaratacak kadar ileri gitti. Bu tarz bir arkeoloji, içinde yaşadığımız karmaşık çağa çok uygun. Günümüzde, içinde bulunduğumuz an veya gelecek kadar geçmiş de çarpıtılıp baştan yaratılmaya elverişli.
Siyaset: Antroposen, insanın karşısına temel bir sorunu çıkarıyor: Diğer canlıları basit bir “kaynak” olarak görmekten vazgeçip canlılar dünyasının içinde yaşayabilecek miyiz? Yoksa dünyayı “biz” ile etrafımızdaki “çevre” olarak ayırmaya, insan türünü tarihin biricik öznesi, diğer her şeyi de ona fon olarak görmeye yönelik eski alışkanlığımızda ısrar mı edeceğiz?