SINIRIN DRAMASI II

Melisa Aksun

Sınır varlıkla başlar. Bir varlığın canlı veya cansız olmasından bağımsız olarak gelişen sınır algısı, başlangıçtan beri varlığını ortaya koymuştur. Kendini gösterdiği her yerde belirli ayrımlara yol açan, belki de “yol açmaya zorlanan” bu kavram, farklılaşmayı hatta farklılığa itilmeyi de beraberinde getirir.
Varlığın düşünebilir bir hal almasıyla ortaya çıkan insan ve insanın ortaya çıkardığı “toplum” kavramı, sınır algısını farklı ve eleştirilebilir bir şekilde öne çıkarır. Zaman içerisinde yaşanan ekonomik ve sosyal olaylar değişik kültürleri ve doğal olarak farklı bakış açılarını doğurur. İnsan düşünebilen, düşünmesiyle beraber yönlendirebilen; hem fazlasıyla öznel hem de bu süreçte fazlasıyla nesnelleştirilebilen bir varlık halini almıştır. İnsanın olduğu yerde birey olmak önemli bir yargı iken, herkesleşmek kaçınılmazdır. İnsan olmanın temelinde yatan hisler, arzular bu kadar benzer olgulara dayanırken; sınıflaşma ve beraberinde gelen hiyerarşik düzen sürecin gerekliliği şeklinde görülür hale gelmiştir.
“Hayat” adı verilen zaman zarfında ve süregelen olaylar zincirinde algısal farklılıklar, değişik yaşam tarzları; mekan olgusuyla beraber değişik kültürleri beraberinde getirir. Belirli tabakalaşmalara ve zamanla toplumsal katmanlara yol açan “hayat”, gün geçtikçe bir o kadar birbirinden ayrı ama bir o kadar da birbiri olmaktan, yargılamaktan, kendi gibi olmayanı farklılaştırmaktan öteye geçememiş varlıkları beraberinde getirmiştir.
Varlıkla gelen sınır kavramı, varlığın insan şekline bürünmesiyle beraber çoğullaştırılmış hatta sonsuzlaştırılmış, basmakalıp bir hale gelmiş; temelde bakıldığında benzer kurguları ağır basan görünürde “düşünebilen” varlıkları farklılaştırılmaya itmiştir. Tamamen kişiye özgü belirli kavramları fazlasıyla sığ ve basit kalıplara sıkıştırıp, o kalıbı çatlatan en ufak bir şeyi “yargılama, reddetme” eğilimine sokan bu süreç; belki de toplumun kaçınılmaz ama aynı zamanda kurtarılamaz halinin göstergesidir.
Görüş farklılıklarının, bakış açılarının sınır kavramının temelini attığı ve hatta beraberinde keskin çizgiler getirdiği bu bağlamda, hayat dramasında; alışılmamışlık ve alışılmayanı kabul edememe, ısrarla etmeme olguları gün geçtikte toplumda belirginleşmiştir. Belirginleşmekle kalmamış, göze çarpar bir gerçeklik olarak asıl senaryo haline gelmiştir. Senaryoda belirli önyargılar ve ayrımlar mevcuttur. İnsan gözünde yapılan her ayrım, geçmişten gelen çoğu toplum yargısı sınır kavramını güçlendirir. Bu durum öyle bir temeldir ki; bir şeylere düşünmeden bağlanma, göz önündeki çoğu şeyi göz ardı etme ve sadece istenileni algılama olgularını doğurur.
Hayat, her insanın kendi sınırlarından meydana gelir. Bu durum hayatı başlı başına bir sınır yapar. Zaman içerisinde her bireyin düşünce farklılıkları, yetiştiği ve maruz kaldığı koşullar farklı kültürler doğurur. Her kültür diğerleri göre farklı sınırlar ve olgular içerir. Toplum öyle bir durumdadır ki kültürel farklılıklar insanlar için kendi bildiğinin yadsınamaz doğruluğundan ibarettir. Çevresine kapalı olan çoğu toplum, her farklılığı göze çarpar ve alışılmamış hale getirir. Dolayısıyla tahammül ve kabullenme bir süre sonra en alt seviyelerde seyreder. Zaman içerisinde hayatta öylesine keskin ayrımlar ortaya çıkmıştır ki; bir ten renginin, yaş adı verilen sayılardan ibaret zaman diliminin farklılıkları bile insan gözünde uçurumlardan ibarettir. Bu uçurumlar öylesine dönülmezdir ki; yıllardır süregelen “fikir çatışmaları” günümüzde de etkilerini sürdürmektedir. Bu uçurumlar öylesine keskindir ki; bir “siyahi” bireyle “beyaz” birey aynı kefeye koyulması zor varlıklardır ve “yaş” kavramı bir insanı en dibe batırabilirken el üstünde de tutulmasına olanak tanıyabilir. Bir insan diğerinden yaşlı ise kesinlikle her şey hakkında çok daha bilgi sahibidir veya genç birey o iki kişi arasında yaşam dolu olandır. Ne genç insan bilge olabilir, ne de yaşlı insan hayatını doya doyasıya yaşayabilir. “Beyaz” tenli bir insan “siyahi” bir bireye göre fazlasıyla üstün ve bundan aldığı cesaret ile genellikle haklıdır; siyahi bireyin ten rengi bunu karşısındakine yaşatmaya asla müsaade etmez. Bunlar yerleşmiş kalıpların keskin cümleleri ve sınırların dramasındaki en büyük dramdır.

Gerek geçmişten, gerek gelenek ve alışkanlıklardan doğan sınırlar toplumda yıkılması zor duvarları da beraberinde getirmiştir. Cinsiyet gibi biyolojik farklılıkların bile keskin sınırlar oluşturduğu hayat bağlamında, kadın ve erkek kavramlarının arasındaki uçurum toplumda kaçınılmaz bir gerçeklik halini almıştır. Toplumun ciddi bir kesiminde erkek özdür, erkek güçlüdür. Zamanla kadın erkek boyunduruğu altına girmeye zorlanmış, erkeksiz bir kadın düşünülemez olmuştur. Toplumda fazlasıyla göze çarpan bu durum, belirli kesimlerde çok daha ciddi sonuçlara sebebiyet vermiş ve kadın ciddi anlamda “Köle, muhtaç” gibi sert kelimelerin anlamlarını üstüne yüklenmiştir. Kadının “özgür düşünce, özgür hareket” hakları ellerinden süratle kayıp gitmiş, toplum baskısının getirdiği sınırlarla dramadaki yerini net çizgilerle almıştır. Bu konuda toplum baskısının ön plana çıktığı en önemli noktalardan biri; sevgi ve cinsiyet arasındaki sınırla ortaya çıkar. Gelenekselliğin ve alışılmış toplum düzenin dışına çıkan her yargı toplumda her dönemde tartışmalara sebep olmuş, “insan” sıfatı yüklenen varlıklar arasında keskin çizgiler oluşturmuştur. Toplum öyle bir durumdadır ki, sevgi kavramı bile belli bir kalıp içerisindedir ve bu kalıbı kıran herkes “farklıdır”, “kabul edilemez”, “hastalıklıdır.” Hayat dramasında yerleşmiş yargılardan ortaya çıkan şudur ki; heteroseksüellik bir insanı normal yaparken, homoseksüellik anormalitenin keskin bir sınırıdır.
Hayatın ve zamanın çoğu yerinde gündemdeki yerini koruyan ve tartışmalara sebep olan homoseksüalite; cinsiyet ayrımı olmaksızın yaşanan romantizm ve cinsel çekimi göz ardı eder. Çoğu insan eşcinsel aktivitenin doğaya aykırı ya da fonksiyonel bir bozukluk olduğu görüşündedir. Sadece “problemli bireylere ve hormonal bozukluklara” dayandırılan bu yargı insan haklarının dayanak noktasını elinden alır; özgürlük. Toplumun bu sınırı yüzünden dışlanan, farklı görülmeye mecbur bırakılan birey toplumdan izole olmaya, kendini saklamaya, kendi çizgilerinden dışarı çıkmaya zorlanır. Çünkü toplum sınırlarına dahil olamazsa, bu farklılık onun peşini asla bırakmayacaktır.
Dini boyutlara açık bir kapı bırakan bu ve benzeri sınırlar, inanış biçimleri ile temellendirilebilir. Canlı varlıkların ortaya çıkışından beri herhangi bir güce inanma ve bağlanma ihtiyacı dini varyasyonlara sebep olmuştur. Her inanış gerisinde getirdiği gerekliliklerle diğerlerinden sıyrılmış ve zaman içerisinde bu ayrımlar toplumsal gruplaşmalara sebebiyet vermiştir. Çoğu zaman bu gruplaşmalar içinde bulunanlara öyle kesin yargılar verir ki; başka bir dinden insan “insan” olamaz, belki yaşamaya bile layık değildir. Bu sınır öylesine güçlü ve korkutucudur ki; insan adı verilen canlı kendi gibi düşünmeyeni anormalleştirme ve ona zarar verme hakkını kendinde bulur. Yargılamayı, eleştirmeyi görev edinir. Temele bakıldığında; duygular böylesine evrensel iken, insan zihninde yaratılan sınırların böylesine keskin ve merhamet duygusundan hatta insanı insan yapan her duygudan yoksun olması hayat dramasının en korkunç senaryosudur. Bu senaryoda duyguya yer yoktur, edinilmesi gereken ama bir o kadar da eksik insani duyguların önemi yoktur. Toplumsal sınırların yarattığı baskı öyle nettir ki; ağlayacakken gülmeye, zıplayacakken oturmaya, konuşacakken susmaya, düşünecekken sığlaşmaya mahkum eder. İnsan sıfatı yüklenen varlığın diğer canlılardan tek farkı düşünebilmesi ve kendi kendine karar verebilmesi iken hem de…
Sınırların dramasında boğulmadan; uçan bir kuşla yüzen bir balığı ayıran ufuk çizgisinin hayattaki en keskin sınır olması umuduyla…

Categories: KÖŞE YAZILARI

Leave a reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *