M. Tuğçe Çelik
İnsanlık yaratıldı. Ya da evrimleşti. İnsanlık düşünmek ve düşlemek üzerine koşullandırıldı. Düşüncelerin hissedildiği ilk günden bu yana duygular sınırlandırıldı. İlk insanlar acıktı hayvanları kesti, üşüdü ateşi buldu, yalnızlaştı üredi. Hayvanları kesmeyi düşünen bu insanlar aslında canlılar alemindeki yenilebilir varlıkların yalnızca onlar olabileceğinin sınırlarını çizdiklerinin farkında değillerdi.
Zaman geçti, insanlar çoğalarak yalnızlaştı. Yalnızlaşan birey üzüntüyü tattı, aşkı aradı, acıyı buldu. Kimi birey aşkı acı olarak sınırlandırırken kimisi ise karnında kelebekler uçurttu. Kimisi cinsiyet fark etmeksizin aşkı tadarken toplumun yanlışı oldu, yalnızı oldu. Kimisi ölümü başka bir yaşamın başlangıcı sayarken bir diğeri ölümü son kabul edip kendisini mezara koydu ya da bir vazoya hapsetti. Kimisi ise ölümü reddedip kendi nefesine son verdi. Belki de cesaretin sınırını onlar çizdi.
İnsanlar affetmedi. İnsanlar ağladı. İnsanlar aslında ağlarken gülmeyi öğrendi. Açken tok görünmeyi, fakirken zengin davranmayı, cahilken bilgisini satmayı öğrendi. İnsanlar duygularını sevimsizleştirmeyi, kendi bünyesine sınır çizmeyi öğrendi.
Bakmadı bazıları, bakanlar ise göremedi kimi zaman. Gözün gördüğünü beyin kabul etmek istemediğinde nöronlar duygularla savaştı. Kılıçlar çekildi, sivri kılıçlar, keskin ve cahil sınırlar için…
Bir Tanrı olmalıydı. Güneş, toprak, ay, belki de güzel bir kadın. Bir Tanrı olmalıydı ki insanlar yalnız kalmasın. Canları sıkıldığında, işler yolunda gitmediğinde kızacakları bir Tanrı olmalıydı. İnanmak insanlar için bir kaçış ya da sığınıştı. İnandığı dinler üzerinde yaşam tarzını değiştirmek zorunda olmak ise bir sınır. Vücudunu sergileme. Hırsızlık yapma. Yalan söyleme. Sevişme. Affet. Savaşma.
Yaşama?
Bu dünya geçici. Bu dünya aslında asıl gidilecek yer için bir tatmin sınırı?
Ya da boşver.
İnan. Tanrıya. Sevaba ve günaha inan. Bu dünyayı sevme. Zaten naylon.
İnsan ırkı devam ettikçe anormalleşti diyenlerin ilk insanların mağara duvarlarına resim yaptıklarını görmezden gelmeleri belki de asıl anormallik sınırıydı. Bir diğer taraftan bakılacak olursa, iki taşı birbirine sürterek kıvılcımından ateşi icat eden insan günümüzde bir çakmağa yüz lira verebildi. Anormallik kimin sınırıydı? Toplumun mu zamanın mı insanın mı? Zaman geçti, ten değişti. Kimi zaman siyah olduk kimi zaman beyaz. Kimi zaman siyah anormaldi kimi zaman beyaz. Yaşanılan coğrafya mı insanları ayırdı yoksa eşitlik duygusunun eksikliği mi?
Yaşam bir ikramdı ya da son kullanma tarihi geçmiş kokulu bir lazanya. Yaşam insanlarla vardı. İnsanlar duygularla. Duygular sınırlarını çekerek davranışlara dönüştü. Sınırların hayatı ise dramaya.
Sahnede seyredilmeyi bekleyen bir dramaya…
Sınırın Draması
Kahramanlar:
Bob (zenci erkek Fransız)
Adelbert (Alman erkek) genç ve Etsu ya aşık
Etsu (Japon kadın) yaşlı ve Adelbert e aşık olan kadın
Sasan (İranlı erkek) dinini sevmeyen eşcinsel
Oyun:
(Dört tane ayrı yolun kesiştiği bir kavşaktaki kaldırım kenarı kafelerinden birinde internette tanışan ve bir çok defa buluşan Catarine, Adelbert, Etsu ve Sasan sohbet etmektedirler.)
Etsu: Üzgün ve kırgınım. Kızlarım Adelbert ile olan aşkımızı onaylamıyor. Bizimle aynı yaşta olan bir erkekle evlenemezsin diyorlar. Adelbert’in ailesi desen aynı düşüncelere sahip.
Bob: Aranızdaki bu ilişkinin böyle durumlara sebep olacağı belliydi. Maalesef ki toplumdan dışlanmış hisseden şu bedenim sizin arkanızda durup da destek olamıyor.
Sasan: Üzgünüm Etsu. Size yardım etmek ve destek olmak isterdim fakat yarın sabah bu şehirden gitmem gerekiyor.
Etsu: Nasıl yani? Nereye?
Sasan: Babam benim izimi bulmuş. Beni öldürmeye geliyor.
Bob: Nereden öğrendin Sasan?
Sasan: Bugün annem aradı, yüreği dayanamamış. Oğlum diyor, isterdim ki bir gelinim ve torunlarım olsun, isterdim ki bir kadına aşık ol, isterdim ki evinin erkeği ol fakat sen Ahmet denen o adamla mutlu olduğunu söylüyorsun. Mutlu ol oğlum. Ben anlamasam da mutlu ol. Fakat baban Sliema denen o şehirde olduğunu öğrenmiş. Yolda geliyor. Kaç oğlum. Yeter ki mutlu ol ve git dedi. Çok ağladı.
Adelbert: Çok üzgünüm Sasan. Yaşamın getirdiği bu dayatmalardan ve sınırlardan öyle sıkıldım ki. Ne olurdu sanki ben de sevdiğim kadın gibi elli yaşında olsaydım ya da o yirmi beş yaşında olsaydı? Ne olurdu Bob ırkından dolayı dışlanmasaydı da istediği mesleği yapabilseydi? Ne olurdu ki sen Ahmed’in elini tutup İran sokaklarında yürüyebilseydin?
Etsu: Şanslıyım. Sizi tanıdığım ve yaşadığım için çok şanslıyım. İstediğimiz gibi yaşayamasak bile toplumun sınırlarına kulak asmadan bildiğini okuyan insanları tanıdığım için çok şanslıyım. Bırakalım artık üzülmeyi, reddedelim. Affetmeyelim bize bunu yapanları ama vazgeçmeyelim. Bize dayatılan bu sınırlar sayesinde biz de kendi sınırlarımızı çizelim.
Bob: Benim gücüm kalmadı artık Etsu. Savaşmayacağım. Kendi ülkeme dönüp sıradan bir işe girip bana mecbur bırakılan bu hayata alışmaya çalışacağım.
Adelbert: Sana vazgeçme demeye cesaretim yok. Fakat ben Etsu’ya olan aşkımdan vazgeçemem.
Sasan: Ben kaçacağım güzel dostlarım. Sevdiğim adamla ve kalbimdeki inançla gidebileceğim her yola gireceğim. Her sınırı zorlayacağım. Ne de olsa hayat bir drama değil mi?
Bob: Hayat bir drama ise ben sınırımı çiziyorum. Hoşçakalın dostlarım.
Herkes içinde sakladığı hüzünle ve kararlı duruşları ile yollarına ayrıldı. Yollar onların sınırlarını çizerken onlar hayatlarının son dramasının sınırlarını çizdiler. Vazgeçmek mi yoksa tutunmak mıydı? Yaşamaktı, yaşamak…