Doğup büyüdüğüm, çocukluğumda koşup oynadığım, üniversite yıllarımı geçirdiğim şehir İstanbul idi. Elbette yaşamını bir şehirde geçiren her insan gibi ben de bazı değişimlere tanıklık ettim. Alıştığım, bildiğim ya da sevdiğim yerlerin bazıları artık yok ya da bambaşka bir kimliğe sahiptiler. Pek azı da hala aynı yerinde duruyorlar. Hayatımı geçirdiğim kentte, zaman zaman beni en çok etkileyen ve bazen de yaşamımı ve alışkanlıklarımı değiştiren etmenlerin ne olduğunu düşünüyorum.
Bulabildiğim yanıt benim açımdan tek bir yere çıkıyor: değişim. Oturup soluklandığım, durup düşündüğüm alanlar değişmiş, bambaşka yerler olmuş. Dip dibe bitişik nizam benzeri elli altmış katlı yapılarla dolmuş oralar. Olmayanlar da var belki ama buralar farklı, tanımsız ve kimliksiz. İyi de ben çok yaşlı bir insan sayılmam deyip duruyorum kendi kendime. Nasıl oldu bu?
Çocukluğum, şimdiki nüfusunun üçte biri olan bir kentte geçmiş. 1945 – 2000 yılları arasında, hem nüfusu hem de yapısal alanları on katı kadar artmış İstanbul’un ve 2000 yılından bu güne, belki bir bu kadar daha eklenmiş. Olsun varsın yirmi, yirmi beş yıl diyelim… Ne yazık ki dünyadaki dönüşüm de sanırım bu yönde ilerliyor. Kentleşme, belki de son yüzyılda ortaya çıkan en önemli değişim. Bu durumun elbette en önemli nedenlerinin başında ise sosyoekonomik etmenler gelmekte, insanlar kentlere gidiyor ve yaşamlarını orada sürdürüyorlar.
Barış Manço’nun “Dut Ağacı” şarkısı misali düşünüyorum. Şarkıda Barış Manço doğup büyüdüğü yere gider ve çocukken hatırladığı anıların ve mekanların artık orada olmadığını fark eder. Bir komşusu, mahallesinin bir büyüğü olan Rıza amcaya rastlar. Rıza amca bir tek dut ağacının kaldığını söyler ve ekler: “Onu da kesmeseler bari!”. Ben çocukken büyüklerimiz de geçmişin güzelliğini söyler dururlardı. En azından geçmişin bazı anlarından, mekânlarından, kültürlerinden bahsederlerdi. Geçmişe özlem demek ki her dönemde vardı, ancak benim söylediğim tam olarak geçmişe özlem değil.
Üniversitede okuduğum dönemde, ikinci sınıftayken, bahçede Necmi hocamızla Dendroloji dersi uygulamasını yaparken, rahmetli Hayrettin KayacıK hocayla tanışma fırsatım olmuştu. O sırada Necmi hocamız bize fakülte girişinin yakınlarında bulunan Sekoya ağaçlarıyla ilgili bilgi vermekteydi. Bu sırada yanımızda bastonlu, kasketli, mütevazı ve temiz kıyafetli yaşlı bir beyefendi belirdi. Necmi hoca “Arkadaşlar hocamız Prof.Dr. Hayrettin Kayacık” diyerek bize hocamızı tanıttı. Bahsettiğim zamanlar 2000’li yılların başıydı. Hocamız da 1911 doğumlu olduğuna göre doksanlı yaşlarının başında genç bir delikanlı gibi her gün fakülteye gelmesiyle ün yapmış bir insandı. Sekoyalarla ilgili çok kısa, öz ve akılda kalıcı bilgiler verdikten sonra elinde bastonu ile yavaş bir hızda Herbaryum binasının yolunu tutmuştu. Geriye bizlere tek bir cümle kaldı: “Eski yeniden nasıl daha iyi olabilir?”
Bundan üç dört yıl kadar önce Amerikan Hortikültür Bilimleri Derneği’ninn başkanı Mary Meyer’i dinleme fırsatım olmuştu. Sunumunda kullandığı bir ifadeyi halên hatırlarım. “Tanımadığınız bir şeyi korumaz, koruyamazsınız”. Belki de yaşadığımız toplumsal, kültürel problemlerin ya da çevre sorunlarının odağında bu cümle yatıyor. Genç yaştaki bireylere ne kenti ne doğayı ne de geçmiş kültürümüzü tam anlamıyla anlatamıyoruz. Bir şehrin kültürü nedir, neden önemlidir, burada yaşananlar, değerler nelerdir? Ya da bir üniversitenin? Sadece pikniğe gittiğiniz bir orman alanında, aslında kaç tür kuş yaşamakta? Piknik yaparken o alanı kimlerle, hangi canlılarla paylaşıyorsunuz? Yapmakta olduğunuz eylemlerin sonuçları, ekosistem için ne anlama geliyor?
Tanımadığınız bir şeyi korumaz, koruyamazsınız. Evet, bu doğru. Her şey, her kavram böyledir. Ve tabii bu söylediklerim, basit bir romantizm, ve hatta romantik peyzaj yaklaşımından ibaret değiller. Ben yine de biraz iğneyi bizlere, peyzaj mimarlarına batırmanın mantıklı olacağını düşünüyorum. Güzellik ve çirkinlik üzerine inşa ettiğimiz değerler sonucunda gelebildiğimiz yer ne yazık ki bu kadar olabildi. Tüm nicel veriler bir kenarda dururken;, ödül törenlerinde, refüjlerde, villa bahçelerinde ve hatta belki de derslerde, seminerlerde tek söyleyebildiğimiz çok güzel, çok sevimli gibi sözcüklere takılı kalınca, elimizde “romantik peyzajlar” kaldı. Çok değerli ve devasa bir birikimi yavaşça kenara iterek söyledik bu sözleri. Koskoca bir veri tabanını kenara iterek… Kenarda duranlar ne mi dersiniz? Bireyden, kültürden, toplumdan başlayıp ekolojiye giden bir ağacı yok saymak, hepsi bu. Kendi mesleğim üzerinden bir eleştiri yapmak daha kolay sanırım. Ancak bence değer kaybı her meslekte ve toplumun her kesiminde devam ediyor.
Ülkemizde bazı simgeler, bazı düşünceler üzerinden konuşulan vatan sevgisi tartışması yıllardır sürer gider. Ben biraz farklı düşünüyorum. Her yıl olanak buldukça Çanakkale Gelibolu Milli Parkı’nı ziyaret ederim. Bir sene yolda giderken, karşı yönden uzaktan gelmekte olan yabancı plakalı bir aracın orta boyutlu bir çöp torbasını yere atarak uzaklaştığını gördüm. Son hızla yanımdan geçerken bu kişilerin yurt dışında yaşayan Türk vatandaşları olduğunu fark ettim. Öyle sinirlenmiş ve üzülmüştüm ki, bir şey söyleyebilme fırsatım olmadı. Acaba bu kişiler yurt dışında yaşadıkları yere böyle davranabilirler miydi? Ya da neden ülkelerine gelince, hem de böyle bir alanda bunu yapmışlardı? Bunun çok ciddi bir sosyolojik araştırma konusu olduğunu düşünüyorum. Diyemedim ama diyebilseydim, sanırım “o çöpü attığın yer de vatan, hem de alâsı” derdim. Ama söyleyemedim, zaten anlayacağını da düşünmüyorum.
Bunlar bence değerlerin kaybolmasıyla, düşünmemekle, hissetmemekle ilgili konular. Eski kaynaklarda, Türkler hayvansever ve doğasever bir ulus olarak bilinirler. O kadar ki, bir zamanlar en büyük mutlulukları kafes içinde satılan kuşları satın alarak özgür bırakmak olan bir toplum için, doğadaki birçok canlıya saygı duymak her zaman bir gelenek olmuştur. Bunu hala Anadolu’nun birçok yöresinde görmek mümkündür. Özellikle “Yörük” kültürünün bize örnek olacağını, rehber olacağını düşünüyorum. Doğanın verdiği işaretleri yaşadıkları bölgenin konum ve şartlarına göre şekillendirmiş, buna göre deneyimler geliştirmiş ve hayvan ve bitki hareketlerini izleme gibi doğaya bağlı bilgiler üretmiş bu toplumdan yeniden öğrenmemiz gerekenler olduğunu hissediyorum.
Ancak hala ümitsiz değilim. Toplumsal olarak da meslek olarak da yeniyi eskiden iyi yapmak için çalışmamız gerekli. Yeni neslin bu döngüyü kıracağına, yeni peyzaj mimarlarının mesleğe sadece birer süsleme sanatı olarak değil de doğal döngüler üzerinden, bulundukları çevreyi iyi okuyarak ve yorumlayarak yaklaşacağına inanıyorum. Her ne şekilde olursa olsun, düşünmek ve üretmek, bu ülkeye olan bir borcumuz ve bunu ancak biraz sorgulayarak ve düşünerek gerçekleştirmemiz mümkün. Yeniyi eskiden daha iyi yapabilmek dileğiyle…