Kültürel bir inşadan önce peyzaj, bir arazinin tanımlayıcı bütün özellikleri olarak tanımlanabilir. İnsan, bu araziyi önce bir mekana ve sonra da çeşitli anlamlar yükleyerek “yer”e dönüştürür. Coğrafi bir toprak parçasını ifade eden yerin mekansal olarak inşa edilişi de kendisini “peyzaj”da gösterir der Edward Relph. Bu noktada yer dediğimiz şey, kültürel bir inşa sürecini ifade eder. Çünkü kültürel olarak anlamlandırma gerçekleşmezse yerler yersiz mekanlara dönüşür. Yerelse yere aitliği ifade eder, içerisinde yerin ruhu, yerin içkin materyallerini, doğal verilerini barındırır.
Bu noktada durmaksızın artan inşa etme ihtiyacımızın yerellere ait durumları nasıl ve ne ölçüde barındırdığı soruları aklıma geliyor. Üstelik oluşturduğumuz bu yerler, inşa etme pratiklerimizle arttığı aşikar olan küresel doğal afetlerle ne ölçüde barışık? İklim değişikliği ve kuraklık, bize her geçen gün yerele dönmemiz gerektiğini, yerelin malzemelerini kullanarak ekonomik ve ekolojik verimliliği artırmamız gerektiğini söylüyor. Öte yandan değişen sosyal organizasyon ve davranışlarımızla birlikte mekansal etkileşimlerimiz de giderek önem kazanıyor. Sürekli değişen kentlerde kendimizi ait hissedecek yerler aramıyor muyuz? Nitekim insanın bir mekanı yere dönüştürmesindeki temel arayışı da bu aslında, o mekana dair bir aidiyet hissetmek, kendisinden, geçmişinden ve çevresinden bir şeyler bulmak. Bu noktada nostaljiyi bir hastalıktan çıkarıp canlı ve cansız bütün katılımcılar için olumlu bir mekansallığa dökmek gerekiyor. Bitkiler, kendilerine ait bir arazi parçasında daha iyi gelişim gösterirken kullanılan tasarım malzemeleri de daha dayanıklı oluyor. O yere ait mevcuttaki veya geçmişteki bir takım çizgiler, topoğrafyalar, tektonikler tasarımın yere aitliğini artırıyor ve insanların aidiyet duygusunu tetikleyecek sosyal ve kültürel inşalara dönüşüyor.
Düşüncelerimi ana temelde tartışmak ve yazıyı etkileşimsel bir fikir çerçevesine indirgemek istiyorum. Bu noktada yazı kapsamında yerelliği biraz daraltarak dört ana başlıkta toparladım: Bitkisel doku, Malzeme, Tasarım çizgisi ve Sosyal bağlam. Bu dört ana konuyu ise projelerinde temel edinen dört farklı tasarımcıya/mimarlık ofisine yönelttim. Bitkisel dokunun yerel ile olan ilişkisini anlamak için DS Mimarlık kurucularından Deniz Aslan, Malzemenin yerel mimarlık pratikleriyle ilişkisini anlamak için öğrenciler ve çevre halkının katılımıyla ortaya çıkan Harman projesi kapsamında mimar Ozan Avcı, Tasarım çizgisinden yerelliği okumak için Antalya Kepez Projesi Dokuma Alanı Fikir Projesi Yarışması’nda eşdeğer ödül alan CAPS.Office’in kurucularından Pınar Kesim Aktaş ve Sosyal bağlam özelinde yerelliğe bakmak için İzmir’deki Gün Batımı Terası’nın tasarımcılarından Stüdyo Evren Başbuğ ofis kurucusu Evren Başbuğ ile konuştum.
Arzu Güler: Tasarım anlamında iş yapma ve tasarlama güdülerinin yerelden küresele çıktığı ve pek çok olumlu yeni işbirlikleri oluşturduğunu biliyoruz. Ancak bu aynı zamanda kimi noktalarda yereli unutturuyor. Bitkisel doku anlamında baktığımızda yerel bitki kullanımının bu anlamda bize yereli yeniden hatırlatması söz konusu olabilir mi?
Deniz Aslan: Yaşantı kuşkusuz hız ve ölçekle ilintilidir. İnsanın tüm yaşantısı içinde elde edebileceklerini on sene içine sıkıştırmak, yüzyılda ulaşılacak kentsel büyüklüğe gelecek kuşakların kaynaklarını tüketmek uğruna 20 yılda ulaşmak ve tarihi, insanlığı ve doğayı umarsızca tüketmemiz bir normalmiş iken bir anda kendimizle karşılaştık. Fakat burada da “Ben ne yaptım! Ne oluyoruz!” derken kırlara göz diken- öykünen bir sabaha uyanmak gibi bir başka bencillikle karşı karşıyayız.
Şehirler kendilerine ait kültürel dokulara sahiptir; herşeyden önce kendi jeomorfolojik özelliklerinden ve kültürel birikimlerinden üremiş olan şehirsel morfolojiler, şehirsel yaşantılar, şehirsel örüntüler kendi içlerinde bir doğaya sahiptirler. Bu ortamda kimse yerellikten bahsetmez; bunun dışındakiler acayip karşılanır, tartışılır.
Kentler tek çekirdekli yapılardan çok çekirdekli hatta büyük organizmaik yapılı dokulara geçmeden önce yerellik veya yerel olmama ile ilgili bir durum söz konusu değildi. Çünkü yaşantının hızı doğanın ritimleri ve yapılanma koşulları büyüme ritimleri bir aradalık göstermekteydi. Üretimler zanaat kavrayışı içinde çok zade-işim göstererek bir insan üretimlerine ve kültüre dair ekosistem ile ölçeğindeydi ve sürdürülebilirdi . Ancak günümüzde böyle bir bir aradalık söz konusu olmadığından elde kalan toprakları korumak, onları anlamak ve anlamlandırmak çok daha önemli gözükmektedir. Ancak halen doğal ve kültürel özelliklerini koruyan küçük şehirler kasabalar köyler var. Buraları yeni yaşam kaynakları olarak gören, oralı olmak isteyen kent göçerleri ile bazen abartılı da olsa da yerellik bağlamında buluşulabilmiş, oranın tüm unsurlarının hayatiyetlerini sürdürmeleri adına hayatın hızı düşürülmeye çalışılmış ve oralı unsurlar desteklenmiştir. Ancak burada korkarım bir soylulaştırma tehlikesi de var.
Peyzaj mimarlığı özen isteyen türlü okuma ve gözlemler sonucu ancak aklın gördüğü ile var olan bir alan, dolayısıyla soyut aklın eriştikleri ile nesnelleşmekte. Ancak özellikle Türkiye’de durum oldukça garip. Son yıllarda özellikle kentsel alanda ve tatil beldelerinde çığrından çıkmış sağlıksız bitki kullanımı ve yanlış ithalatlar hem hastalıklar açısından hem oralı unsurların yerine geçmekte ve özellikle de kültürel bağlamda felaket bir yozlaşmaya neden olmakta, samimi ortak hafızamızın parçası olan, bize ne kadar doğal – güzel olmuş dedirtecek bitkiler önemsizleştirilerek yoz bir kültürün tüketim baskısı altında unutulmaya başlamışlardır . Burada da yol ikiye ayrılıyor: Birincisi akıl yoluyla görerek oranın ruhunu, tonlarını, seslerini, kokusunu, ışığını algılayıp yeniden görmeyi başarmak. İyi adapte olmuş türler de bu işin bir parçasıdır tabiki mesela Meksika’nın dev sukulentleri 200 yıldır Ege’deler. İkincisi tamamen doğa gözüyle bakıp bir tür doğa mühendisliğinin peşinden koşmak. Bana ilki peyzaj mimarlığının ta kendisi gibi geliyor. İşte bu noktada peyzaj mimarı sorumluluk sahibi olarak bu arz ve talebi yönetebilecek pozisyondadır. Sağlıklı bir yaşamsal iskelet tezyinatı yadırgamaz dolayısı ile kültürel ve doğal yaşantı için bir “Mikrokozmoz” üretmek elimizde.
AG: Harman kapsamında öğrencilerle gerçekleştirdiğiniz projede malzeme olarak yerel malzemenin tercih edildiğini görüyoruz. Bu anlamda yerel malzeme kullanımının yerelliği ön plana çıkarmasında nasıl bir önemi olduğunu düşünüyorsunuz? Yerin ruhu ve yersizlik kavramları üzerinden düşündüğümüzde yerelliğe dönüşün küresel anlamda da olumlu geri dönüşleri olabilir mi?”
Ozan Avcı: Harman projesinin yerelle kurduğu ilişkiyi üç başlık altında inceleyebiliriz: 1. Yer seçimi, 2. Yapım tekniği, 3. Malzeme seçimi.
- Harman, Akseki’nin Güzelsu köyünde yer alan bir proje. Güzelsu köyü Torosların zirvesine yakın, sedir ormanlarının eteğinde kurulmuş çok eski bir köy. Ulaşımının çok kolay olmaması nedeniyle de fazla bozulmamış. Güzelsu köyü birçok açıdan özgün değerlere sahip. Bunlardan ilki Türkiye’de çok az sayıda olan sedir ormanlarından birinin yanında yer alması. Asırlık sedir ağaçları peyzajın çok önemli bir parçası. Bir diğer peyzaj elemanı da köyde yer alan ve artık kullanılmayan harman yerleri. Rüzgar alan yamaçların teraslanıp dairesel bir biçimde şekillendirildiği bu alanlar ekinlerin ezilip ayrıldığı ve bu süreç boyunca depolandığı yerler. Köy peyzajında sıkça karşımıza çıkan bu dairesel alanlar oldukça büyüleyici bir etkiye sahipler. Köy halkının bu alanları yeniden kullanmak istemesi üzerine biz de proje alanı olarak bu özgün peyzaj elemanlarından birini seçtik. Bu seçimi yaparken yöreye özgü sedir ağaçlarını da işaret etmek ve onların mekânsal kalitelerinden yararlanmak amacıyla asırlık bir sedir ağacının gölgesinde yer alan bir harman yerini seçtik.
- Asırlık sedir ağacının gölgesinde yer alan harman yerinin dairesel biçimini vurgulamak amacıyla halka şeklinde ahşap bir rampa tasarladık. Harman yerine girişte zemin kotundan başlayan halka, her iki yönde de harımlık kısmına doğru yükselerek hem iki kot arasında bir yürüyüş rampası hem de oturma elemanına dönüştü. Ekinlerin harmanda ezilip ayrılmasından önce bekletildikleri “harımlık” yükseltisine de, Toros zirvelerine doğrultu veren geçirgen bir duvar inşa ettik. Çift cidarlı bu duvarın tasarımında, düğmeli evlerin kuru duvar örgüsünde kullanılan ahşap strüktürdeki hatıl, kabur ve piştuvan ilişkisinden esinlendik. Duvarın temelinde de yine köye özgü yapım tekniklerini kullandık. Civardan bulduğumuz kayalarla beton kullanmadan kuru duvar tekniğiyle temeli inşa ettik.
- Bu yöreye özgü düğmeli evlerde kullanılan ahşap strüktüre öykünen Harman’da tamamen doğal malzemeler kullandık. Temelde doğal taş ve strüktürde de ahşap kullanarak bütün projeyi yerel malzemeyle inşa etmiş olduk. Düğmeli evlerde ve eski harman yerlerinde kuru duvar tekniği kullanıldığı için yapılar eskiyip yıkıldıklarında ufalanarak tamamen doğaya geri dönüyorlar. Harman projesinin de böylesi özgün bir yerde yaşam döngüsünü tamamladığında yine doğaya geri dönemsini hedefledik.
Harman’ın yerelle güçlü bir ilişki kurmayı başardığını düşünüyoruz. Yaşamsal olarak köyün hafızasında önemli bir yeri olan harman yerini yeniden köyün gündelik hayatına dahil etmek ve bunu oraya özgü teknikleri ve malzemeleri bugünden bir bakış açısıyla yorumlayıp kullanarak yapmak, yerin ruhunu ortaya çıkarmada önemli bir role sahip. Yerelliğe dönüş yerel ölçekte kaldığında olumlu ama moda olup bir tüketim nesnesine dönüştüğünde yine küreselliğin çarkına dahil olup tüketilme riskine sahip.
AG: Antalya Kepez Yarışması kapsamında gerçekleştirdiğiniz projeniz, yerelliği bir tasarım çizgisi olarak ele alıyor. Bu bağlamda yerelliğin getirdiği tasarım verileri tasarım projelerinde nasıl bir öneme sahip sizce?
Pınar Kesim Aktaş: Tasarım projelerine genel yaklaşımımızda çoğu zaman birinci sırada sorguladığımız konu bağlam ve bağlamın da yer ve yerel ile olan ilişkisi. Bu anlamda 1955 yılında inşa edilen Kepez Dokuma Fabrikasını, Kepez ilçesini var etmesi ve sosyal bir kampüs olarak kenti dönüştürmesi üzerinden okuduk. Türkiye kalkınmasında tarım, tarım üzerine gelişen bir sanayinin olduğunu ilk kurulan fabrikalar ve bu fabrikalara alınan makine teçhizatların para yerine tarım ürünlerinin takası ile gerçekleşmiş olması bizi en çok etkileyen konulardan biriydi. Fabrikanın kapanma süreci, teknolojik yeniliklerin üretim sürecine adapte edilememesi, geri kalınması gibi başlıca sebeplere dayandırılmıştı. Bu bize geleceğe ışık tutmak için güçlü bir ilham oldu. Bu noktada devam eden tarımda da geri kalmamak günün ihtiyaçlarını ve teknolojilerini kaçırmamak için yeni nesil teknolojilerin yerinde kullanıldığı, “geleneksel ile yeni” nin karşılaştırıldığı bir gerçeklik düzlemi yaratılması, görerek öğrenme üzerinden kazanılacak deneyimin aktarılması hedeflenerek kent içinde rol-model bir bahçe sistemi önerdik. Bu alan kentli için rekreasyon alanı, bir bahçe, bir çiftçi için gözlem alanı, bir öğrenci için eğitim yeri, bir araştırmacı için ar-ge düzlemi, bunların hepsinin olduğu bir Portakal Bahçesi olacaktı.
Kapanan bir fabrika süreci ile gelişen yerin dönüşümü fabrika arazisinin üst kullanım haklarının 49 yıllığına AVM yapılması için bir şirkete verilmesiyle devam ediyor. AVM inşaatı, alanda yapılan kazılar ile devam ediyor ve halkın yoğun itirazları ile bu inşaat duruyor, alan Kepez Belediye’sine devrediliyor ve ardından bu yarışma açılıyor. Bu hikâyeyi anlatarak başlama sebebim buradaki tüm sürecin izlerini alandan okuyor olmamızdı. Neredeyse 9 metreleri bulan derin yarıklarla, kazıdan çıkarılan toprakların biriktirildiği tepeler ile arazi tüm bu sürecin tanığıydı. Biz bu izlerin hepsini koruyarak bir dönüşüm ön gördük, burada yaşananlar, halkın bu arazide AVM yapılmasının önüne geçtiği birlikteliğine, Belediyenin bu alanı halka kazandırmasına ve bu kazanımın gelecekte de izlerini nesilden nesile aktarmasına öncülük etmesini tasarımın bir parçası haline getirdik. Teraslar, duvarlar, çocuk oyun alanları gibi birçok tasarım öğesi bu izlerin birer parçası oldu. Ardından diğer parametreler ile örneğin kentin bu kadar merkezinde yer alan bir alanın mikroklima özellikleri ve kentlinin konfor alanı düşünerek ağaçlandırma kararlarımız ve ağaç seçiminde Antalya tarımını şekillendiren Portakal’ın seçilmesi; kazılardan kaynaklı kot farklılıkları ile farklı kotlarda bahçeler, her bahçe sisteminin kendi içinde sulandığı, yağmur suyunun toplandığı gölet oluşumları, iklim istasyonları, toplama üniteleri bunlar gibi alandan aldığımız her veri birer tasarım ögesi, öge seçim aracı ve/veya amacına dönüştü. Biz tasarım anlayışı olarak yerden gücünü olan, halka temas eden projelerin dönüşüm gücüne, bu güç ile de yere tutunduğuna inanıyoruz.
Son olarak da bu projede dalında büyürken meyveyi izleyen çocukların yaşadığı “bir kent düşünü” hayal ettik.
AG: Bostanlı Gün Batımı terası, yerleştiği yerin manzarası ile adeta bir bütün olarak yeni bir çizgi oluşturuyor. Ancak proje aynı zamanda kullanıcısına yeni ancak yerel bir sosyal platform sunuyor. Bu anlamda projeyi şekillendirirken sosyal bağlamı nasıl ele aldınız?
Evren Başbuğ: Bostanlı Gün Batımı Terası hem coğrafi, hem de kentsel doku açısından özel bir konumda yer alıyor. Coğrafi konumu itibariyle tüm Karşıyaka kıyı şeridi boyunca batıya yönlenen ve engelsiz gün batımı izlenebilecek çok az noktadan biri üzerinde. Kentsel doku açısından ise eski bir balıkçı köyü olan, günümüzde kentin bütünü ile birleşmiş konut ağırlıklı yoğun bir semt dokusuna sahip olan Bostanlı’nın ticari merkezine, çarşısına çok yakın, adeta kentin yegane kamusal alanı olan kıyı şeridinde, balıkçı limanının yapay mendireği üzerinde bulunuyor. Geçmişte bu mendirek üzerinde halkın çok yoğun biçimde kullandığı Churchill isimli bir işletmenin bulunduğunu biliyoruz. Churchill, özellikle belli bir yaşın üzerindeki Karşıyakalıların sosyal hafızasında önemli bir yer tutuyor. Anlatılanlar Churchill’in genelde akşam üzeri yoğun biçimde kullanılan, koyu sohbet eşliğinde birşeyler atıştırılıp biralar içilirken bir yandan da başkalarıyla sosyalleşilen önemli bir kentsel buluşma noktası olduğunu gösteriyor. Bunun tasarım sürecinde bizim için geçmişten kalan bir sosyal hafıza tortusu olmaktan öte, Karşıyakalıların (ve genelde de İzmirlilerin) kent kıyısı kullanımı ve özgün gündelik yaşam pratikleri ile ilgili net ipuçları vermesi açısından çok önemli olduğunu söyleyebilirim. Baktığınızda bugün Bostanlı Gün Batımı Terası aşağı yukarı aynı işleve sahip bir mekansal uygulamadır. Bu anlamda yerel, tarihsel ve sosyal bir sürekliliğe de imkan verir. Tasarımın kendisinin olanca basitliğine rağmen başarısı, her yaştan kentliyi bu ortak noktalardan yakalıyor olmasında belki de.
Yereli arayışta Deniz Aslan’ın da vurguladığı gibi “mikrokozmozlar” yaratarak yerin ruhunu ön plana çıkaracak yeni pozisyonlar almak kaçınılmaz duruyor. Bu yeni pozisyonlar, bitkiseli ve toprağın kendisinden gelen malzemeyi görünür ve yaşar kılarken sosyal yaşantıyı da destekler olacaktır. Gözün gördüğü ve bedenin hissettiği çizgiler, bir tür tasarlama güdüsüyle birleşip mimarlığın özüne yakınlaştırıyor insanı. Eğer ki Garrett Eckbo’nun dediği gibi peyzaj, baskın bir yapılı çevre -kent- ve doğa arasında bir ara kesitse, öyleyse bu arakesit bir tür birleştirici rol üstlenmek zorunda. Her iki taraf da -doğa ve kent- kendi öz dinamikleriyle içkin özelliklere sahip. Sosyal ve kültürel arka planımız ise bu iki ucun belki de temel bağdaşma noktası. Bu temelde ancak inşa edilebilen yer, yerellik ve yerin ruhu da iki ucun birlikte yaşaması için tek şans gibi görünüyor.