Nisan 2019
“Bilimkurgu yazarları kaçınılmazı öngörür. Zaten kaçınılmaz olan felaketlerdir, çözümleri değil.”
Isaac Asimov
İklim değişikliği ve küresel ısınma (bazılarına göre soğuma), günümüzün tartışmalı konularından. Politik gündem, her ne kadar iklim değişikliğini felaket boyutunda görmemeye devam etse de, gelecek on yıllara dair iklim ve sıcaklık tahminleri şu an dünyanın süper bilgisayarları en çok meşgul eden konuların başında geliyor. Ortaya çıkan senaryolar, farklı düzeylerde felaketler ve farklı düzeylerde çözüm önerileri içerse de sahip oldukları ortak nokta şu: Çocuklarımızı ve torunlarımızı bizim sahip olduğumuzdan çok farklı bir iklim, dolayısıyla da çok farklı bir dünya bekliyor.
Farklı dünyaların olasılıkları üzerine düşünmek ise bilim kurgunun bir sorumluluğu. Her sene daha fazla yazar iklim değişikliği ve olası sonuçları üzerine kurgu eser veriyor; sinemada ise bilim kurgu filmlerinin merkezine iklim değişikliği son 20 yıldır oturmuş durumda; Holywood için iklim değişiklikleriyle dönüşen bir dünya distopyası nicedir kapalı gişenin formüllerinden birisi haline geldi. Ciroları Holywood filmleri ile yarışan bilgisayar oyunlarında da felaket artık uzaydan, yapay zekadan ya da nükleer bombalardan gelmiyor: Felaket, buzların içindeki suda, artan sıcaklıklarda ve beklenmeyen iklim olaylarında gizli.
Artan ilgi, bilim kurgunun içinde iklim-kurguyu (climate fiction) bağımsız bir dal haline getirdi. Aslında birkaç yıllık bir tanım olsa da iklim kurgu iklim değişikliği temalı bilim kurgu eserlerine verilen genel bir ad. İklim değişikliği, bilim kurgunun en eski temalarından birisi, fakat günümüze kadar ayrı bir alt-tür olmayı hakedecek kadar ilgi ve sürekli üretim alanı bulmuyordu, fakat özellikle Y kuşağının artık okuyuculuktan çıkıp yazar olmaya da başlamasıyla, küresel iklim değişiklikleri temelli iklim kurgu romanları ve filmleri ciddi bir hayran kitlesi kazanmış durumda. Bilimkurgunun büyük isimleri artık yeni eserlerinde iklim değişikliğini ana motif olarak kullanırken yeni kuşak yazarlar için iklim değişikliği üzerine yazmak kısa yoldan çok satanlar arasında girmenin yegane rolü. Nasıl ki soğuk savaş döneminde olası nükleer savaşlar ve sonrası hakkında yazmanın daimi bir alıcısı oluyordu, günümüzde de eriyer buzullar, artan sıcaklıklar ve ardı arkası gelmeyen doğal afetlerle yok olan bir dünya tasviri kendine “felaket sever” okuyucu ve izleyicilerde ciddi bir karşılık buluyor.
Kıyametin Homojen Peyzajları: Sonsuz Çöl, Sonsuz Su, Sonsuz Buz
“Ben Krallar Kralı Ozymandias’ım
Ey Güçlü olan, şu yaptığım işlere bak ve titre”
O tarihi anıtın, uçsuz bucaksız çevresinde
Arasan sadece koca bir gövde ve kalıntılar,
Başkaca uzanıp giden yalnızlık ve kumlar.P. B. Shelley
Kıyamet ve kıyamet-sonrası dünya, bilim kurgunun alarm sistemidir. İnsanlığın kibrinin ve ilgisizliğinin uç boyutlardaki sonuçlarını bize gösterir; günümüzün teknolojik gelişmişliğinin aptallık ve cehalet karşısında ne kadar dayanıksız olduğunu yüzümüze tokat gibi çarpar. Geleceğin yok oluşlarında, günümüzü mükellef kılar. İster nükleer savaş, ister iklim değişikliği, isterse de yapay zeka olsun, kıyamet-sonrası sonrası dünya hep aynıdır: Tekdüze, ölümün yaygınlaştığı, yaşamın radikalleştiği bir yeryüzü.
Kıyametin tekdüzeliği fiziksel çevreyi de radikal şekilde yeniden oluşturur. Kıyamet sonrası dünya hemen her zaman farklılıkların yokolduğu, homojenleşen bir peyzajın dünyayı kapladığı bir yerdir. Post-apokaliptik (kıyamet-sonrası) dünya aslında tam manasıyla mutlak yokoluşun dünyası değildir; onun yerine dünyayı bildiğimiz anlamda yaşanabilir kılan bütün bio-çeşitlilik yokolmuştur. Heterojen doğa yerine sonsuz çölün, sonsuz suyun ya da sonsuz buzun dünyası hakim olmuştur. Bu homojen peyzaj, bildiğimiz dünyanın üzerini Superstudio’nun sonsuza uzanan ızgara sistemleri gibi kaplar; geçmişin birkaç ikonu bu sonsuzluğun içinde biz geçmişin insanları yeni dünyayı anlayabilelim diye serpiştirilmiş mirengi noktalarıdır. Maymunlar Cehennemi (1968) filminin son sahnesinde gördüğümüz yıkılmış Özgürlük Anıtı, bütün hikayeyi bizim (ve ana karakterin) gözünde bir bağlama oturtur; bütün film boyunca kaçılmaya çalışılan gezegen aslında dünyanın kendisidir. Oblivion’da (2013), karakterlerle beraber yeryüzü tamamen değişmiş bir dünyanın üzerinde uçarız. Arada gördüğümüz yapılar, karanın ortasındaki denizaltılar, kanyona karışmış gökdelenler ile bu tanınamaz dünya bizim gözümüzde biraz daha tanıdıklaşır. Koloni’nin (2013) karla kaplı dünyasında, yağan kar en yüksek yapılara daha örtmemiştir; karakterler yolculuk ederken, sonsuz karın içinde yapıların bir bölümü gözüktükçe, onların bir kente vardığını anlayabiliriz. Yine de bu ikonlar, yokolmuş bir dünyanın kalıntılarıdır, azametin ve kibrin bizi getirdiği felaketin sessiz tanıklarıdır; yarım yamalak varlıkları hiç olmamalarından bile daha rahatsız edicidir.
Küçük Kıyametler: İklimin İnsanlığı Sınadığı Anlar
Her ne kadar post-apokaliptik heyezanlar yazının merkezinde olsa da, aslında insanın bu korkularında geçmişin tecrübelerinin de izini sürmek mümkün. Uygarlık, hatta kültür kelime anlamıyla doğaya karşı olan anlamına geliyor; karşı çıktıklarımız arasında iklim de bulunuyor. Uygarlığın doğayı kontrol ettikçe serpilip geliştiğini görüyoruz. Bu bağlamda insanlığın tarihini, iklime ve doğaya karşı mücadele olarak özetlemek mümkün.
Dünya dönem dönem sıcak, dönem dönem de soğuk periyotlara girdi fakat bunlardan sadece son Buzul Çağı’nı biz insanlar bizzat yaşadık. Pleistosen Çağ olarak da adlandırılan bu dönem 2.6 milyon yıl öncensinden 11.700 yıl öncesine kadar sürmüştür. İklimin günümüzden daha soğuk, dünyanın pek çok yerinin kalıcı buzla örtülü olduğu bu dönemde, insanlık 10bin bireyden aza düşmüş; neredeyse yokolmanın eşiğine gelmiştir. Buzul çağı boyunca, hayatta kalma savaşı veren insanlık, ancak 12bin yıl önce buz çağının sona ermesinden sonra, nüfus artışı ve kollektif bir uygarlık kurulması ile yeryüzünün dominant türü haline gelmeye başlamıştır.
Uygarlığımızın iklime bu kadar pamuk ipliğinle bağlı olması, dünyada yaşanan daha küçük ölçekli kıyametlerde bile kurulu düzenimizin temelden sarsılmasına yol açmıştır. Tarih boyunca pek çok kez, dünya soğuma eğilimlerine girmiş; bu dönemler insanlık tarihinin en kanlı, açlık ve hastalıkla boğuşulan, yüzlerce yıllık uygarlıkların yokolduğu dönemler olarak tarihe geçmiştir.
Bu küçük kıyametlerin ilki M.S. 536 yılında meydana geldi. O yıl, Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın pek çok yeri 18 ay boyunca kalkmayan bir sis ile kaplandı. Tam sebebi bilinmese de, İzlanda bölgesindeki bir süper volkan patlamasının sonucu olarak atmosferin partikül ve tozla kaplamasıyla ortaya çıktığı düşünülen bu dönem, dünya çapında kıtlığa ve hastalıklara sebep olmuştur. Bizans’ın genişleme dönemi sona ermiş, Roma İmpatorluğu’nun yeniden kurulması sonsuza dek ertelenmiştir. Birkaç sene sonra başlayan veba salgını, Akdeniz’in Roma döneminden kalan yerleşim birimlerinin çoğunu nüfussuz bırakmış, pek çok barbar krallık açlık ve hastalık yüzünden yıkılmıştır. Büyük imparatorluklar kaybettikleri insan gücü yüzünden yüz yıl sürecek savunma pozisyonuna geçmiş; Belisarius’un fetihleri ile özgüvenini kazanan Bizans uygarlığı, en büyük eseri Aya Sofya’yı (537) çok büyük zorluklarla bitirebilmiş; bir daha da benzerini inşa edebilecek insan gücü ve maddi kaynağa sahip olamamıştır.
16 ve 19. yüzyıllar arası ise günümüz iklim bilimi tarafından “Küçük Buzul Çağı” olarak adlandırılmaktadır. Ortaçağ’ın tarım odaklı feodal sistemine izin veren görece sıcak döneminden sonra, sıcaklar küresel ölçekte düşmeye başlamış, kışlar daha uzun ve soğuk geçerken yaz sıcaklıkları ve güneşli günlerin sayısı düşmüştür. Kuzey Afrika ve Güney Avrupa’da kalıcı buzullar meydana gelmiş, bazı dağlık yerleşimler sonsuza dek terkedilmiştir. Coğrafi keşiflerin getirdiği hastalık ve ekonomik etmenler, kötü iklim şartlarıyla birleşince bazı kültürler -İnkalar başta olmak üzere- yok olmuş; Anadolu’da kötü hasat ve Amerikan gümüşü yüzünden yaşanan enflasyondan dolayı, yüzyıldan fazla sürecek Celali İsyanları yaşanmıştır. Sıklıkla yaşanan kıtlıklar yüzünden, özellikle Eski Dünya’dan yeni keşfedilen Amerika ve Avustralya’ya kitlesel göçler yaşanmıştır.
Uzun dönemli iklim değişimleri çoğu zaman güneş kaynaklı olmaktadır. Daha kısa dönemli değişimler ise volkanik patlamalarla ortaya çıkmaktadır. Tarihin kaydedilen en büyük volkanik patlaması 1815 yılında Endonezya’daki Sumbawa adasında yaşandı. Arkasında 100 binden fazla ölü bırakan Tambora Volkanı’ndan çıkan toz ve duman o kadar fazla boyuttaydı ki, güneş ışınlarını örten bu toz bulutu yüzünden dünya çapında sıcaklıklar düştü, 1816 yılı tarihlere “yazı olmayan yıl” olarak geçti. Küresel ölçekte hasat düşüklüğü ve açlıkla başedilen 1816’nın belki de tek güzel yanı, atmosferdeki yoğun tozlardan dolayı yaşanan sarı zengin tonlarıyla süslenen göz kamaştırıcı gün batımlarıydı. Ressamlar bu dönemin gün batımlarını eserlerinde yoğun şekilde kullandılar; özellikle Turner’ın peyzaj çalışmaları bu gün batımlarının en özgün işlendiği eserler olarak göze çarpmaktadır.
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise iklim şartları yumuşamaya başlamış, arada birkaç yıllık soğuk dönemler olsa da günümüze kadar süren bir ısınma eğilimi gerçekleştirmiştir. Bu dönemde artan nüfus ve sanayileşmenin de yarattığı küresel etkiler, bu ısınma eğilimini desteklemiştir. O yüzden, tam tersini savunan azınlıktaki bir grup bilim insanını saymazsak, iklimle ilgili tahminlerde, insanlığın ve uygarlığın geçmişteki küçük kıyametlerin aksine bu sefer soğukla değil, sıcakla ve buna bağlı komplikasyonlarla mücadele etmesi gerekecektir. Bu da bizi sınayan geçmişteki olaylardan farklı, bilinmezliklerle dolu yeni bir iklim çağının eşiğinde olduğumuzu göstermektedir.
İklim Kurgu: Gerçek Kurgudan Daha Garip
Bahsi geçen yeni iklim çağının bilinmezlikleri, bilim kadar edebiyatın da ilgisini üzerine çekiyor. Yazının girişinde de ifade edildiği üzere, iklim değişimi bilim kurgunun bir alt motifi olarak yüzyıldan fazladır kullanılıyor, fakat milenyumun başından itibaren, iklim -özellikle de küresel ısınma- üzerine yazılan külliyatta o kadar kayda değer bir artış oldu ki, artık iklim-kurgu, bilim kurgunun içinde ayrı bir ilgiyi hakeden bir alt-tür (sub-genre) olarak ortaya çıktı. Nitekim bilimin ürettiği iklim verileri, şu an en çıplak haliyle geleceğe yönelik spekülasyonlar olarak duruyor; bilim bu senaryoların iklim rejimleri ve ekonomi üzerine etkilerine yoğunlaşırken edebiyat ise bu senaryoların toplum ve insanı yeniden nasıl şekillendireceği üzerine kafa yoruyor. Gerçek ilk kez kurgudan daha garip bir hal almaya aday gözüküyor.
İlk iklim kurgu romanının hangisi olduğu tartışmalı bir konu fakat, Ballard’ın 1961 tarihle The Wind From Nowhere ve 1962 The Drowned World kitapları bu türün ilk önemli eserleri arasında sayılabilir. İlk kitabında, fırtınalar ile mahvolan bir dünyayı anlatan Ballard, ikinci kitapta ise küresel ısınma sonucu yükselek sular ile artık tanınmaz hale gelen Londra’yı anlatıyor. Dünyanın hala nükleer savaş korkusu yaşadığı, ekolojik felaketlerin yüksek seslerle tartışılmadığı bir dönemde Ballard’ın bu iki eseri de çağının ötesinde bir vizyonu ve imdat çağrısını içeriyor.
İklim kurgunun post-apokaliptik tema olarak ortaya çıkması, soğuk savaşın sona ermesinden hemen sonrasına denk gelmektedir. Soğuk savaş dönemi boyunca üç farklı dönemde üç farklı post-apokaliptik tema ön plana çıkmaktadır: 1950’lerin McCarthy’ci ve Sovyet paranoyası döneminde, felaket çoğu zaman dünya dışından (bir öteki alegorisi) gelmektedir (Dünyalar Savaşı, Dünyanın Durduğu Gün). 1968 Küba krizi ve Vietnam Savaşı ile birlikte, sıcak savaş ve nükleer savaş felaketin ana sebebine dönüşür (Maymunlar Cehennemi, Mad Max). 1980 sonrası yaşanan teknolojik devrimle beraber dünyayı mahvedecek savaşın artık insanlar arasında değil yapay zeka ve insanlar arasında çıkabileceği de olasılıklar arasına girer (Terminatör Serisi).
1990’lardan itibaren ise artık sona eren Soğuk Savaş ile birlikte nükleer felakete dayalı eserlere olan rağbet azalırken artan nüfus ve neo-liberal ekonomilerin getirdiği yoğun kentleşme ve sanayileşme küresel iklim sorunlarını toplumların gündemine taşımıştır. 1980’lerin neo-liberal devriminin optimizmi geride kalmış, özellikle post-Sovyet toplumların yaşadığı sosyal ve ekonomik yıkım, dünyayı kısa sürede karamsar bir ruh haline sokmuştur. Bu ruh hali, müzikten, modaya, edebiyattan sinemaya kadar her yere sirayet etmiştir. Aynı dönem, bir alt-tür olarak iklim kurgunun Holywood başta olmak üzere ana akım sinema ve edebiyat dünyası tarafından ciddi bir alternatif olarak ele alınmaya başladığı dönem olarak tarihe geçmiştir.
Su Dünyası (1994) filmi aslında karamsar dönemin ve yaşanan geçiş sürecinin en ikonik yapıtıdır. Peter Rader’in 1980’lerde dalga geçilen senaryosu, Kurtlarla Dans ile aldığı Oscar ödülü ile gücünün doruğunda olan Kevin Costner’ın da desteği ile gişe filmine dönüşebilmiştir. Filmin yapımcısı Universal Pictures’ın ikonik bir dünya gezegeninin sularla kaplanması sahnesi ile başlayan, yapıldığı dönemin en pahalı filmi Su Dünyası, küresel ısınma dolayısıyla kara parçası kalmayan bir dünyadaki yaşam mücadelesini anlatmaktadır. Soğuk savaşın ve sonrasında getirdiği yıkımın taze olduğu bir dünyada, Su Dünyası erken gelen bir hamledir. Gişede beklenen ilgiyi görmeyen film, hem yapımcı şirketi hem de Kevin Costner’i neredeyse sektörden silinme noktasına getirmiştir.
Yeni milenyumun başı ise iklim kurgunun ana akımda büyük prodüksiyonlarla ciddi gişe başarısı elde ettiği bir dönemdir. Yarından Sonra (2004), Yıldızlararası (2014), 2012 (2009), Kar Küreyici (2013) gibi hasılat yapan filmler iklim değişikliğini ve sonrasında oluşan yeni dünya düzenini farklı bağlamlarda ele almıştır.
İklim değişikliği her zaman gelecekte geçen eserlerde bir motif olarak kullanılmamaktadır. HBO’nun kült dizisi Carnival, 1930’ların depresyon dönemi ABD’sinde geçer. Hikayenin merkezinde, kum fırtınaların vurduğu Oklohoma eyaleti bulunmaktadır. Kum fırtınaları dizinin apokaliptik temasına adeta zemin oluşturmaktadır; herkesi ve herşeyi yutmaya kadir kum fırtınaları bütün yönleri, bütün görüşü kapatmakta, insanın ürettiği herşeyi kullanılamaz hale getirmektedir. Carnival’ın hikayesi tamamen kurgu olsa da arkasındaki fon son derece gerçektir: 1930’lar boyunca, aşırı tarım yüzünden toprak yapısı bozulan Amerikan Orta-Batısı ardı kesilmeyen kum fırtınaları ile neredeyse yaşanamaz hale gelmiştir. 1929’da başlayan Büyük Depresyon da denkleme eklenince, Orta-Batı’daki eyalatlerin önce tarımı, sonra da ekonomik ve sosyal hayatı çökmüş; pek çok aile o dönem görece refah içerisindeki Batı Kıyısı’na göç etmek zorunda kalmıştır.
Edebiyatta da yeni kuşak bilim kurgu yazarları arasında iklim değişikliği ile ilgilenen yazarların sayısında kayda değer bir artış yaşanmaktadır. Y kuşağından yazarlar arasında ilk romanlarını yazan Megan Hunter (The End We Start From) ve Ömer El Akkad (American War) özellikle konuya hakim ve özgün yazım tarzları ile öne çıkan yazarlar arasındadır.
American War (Amerikan Savaşı) kitabında Ömer El Akkad, iklim değişikliği ve çevre felaketleri yüzünden değişmiş bir dünyada, artık parçalanmış bir ABD’den geriye kalan güçler arasındaki güç mücadelesini bir ailenin, özellikle çocukların gözünden anlatır. İklim değişikliğinin ana sebebi olarak görülen petrol ülke çapında yasaklanırken buna isyan eden güney eyaletleri Birlik’ten ayrılır. Tıpkı 200 sene öncesinde olduğu gibi yine bir kaynak paylaşımı üzerinden ABD İkinci İç Savaşı’nı yaşar; fakat bu sefer sonuçları ilk savaş gibi birleştirici değil, gerek devlet, gerekse bireyler için son derece yıkıcıdır.
Fiction in a Dangerous Age | Omar El Akkad | TEDxSonomaCounty
El-Akkad’ın distopyası, nüfusu artan, gittikçe kendi içine ve kendi sorunlarına dönen bir dünyada, iklimsel farkındalığın istenen momentumu yakalayamaması tehlikesine karşı bir uyarı niteliği taşımaktadır. Belki önceki örneklerde olduğu gibi, dünya tamamen bir kıyamet-sonrası hale bürünmeyecektir fakat, American War dünyasında olduğu gibi farklılıklara tahammülün az, kaynak kullanımı konusunda acımasız kuralların işlediği, hızla değil ama yavaş yavaş yok olmaya yaklaşan bir uygarlık bizi bekleyen belki de en güncel ve en yakın tehlikedir.
Sonuç: Kıyametin Atlıları Nerede Duruyor?
Tarih boyunca insanoğlu yok oluşunu dört musibette gördü: Savaş, salgın, ölüm ve kıtlık. Mahşerin dört atlısı olarak adlandırılan bu musibetlere rağmen, insanlık günümüze kadar ulaşmayı başardı çünkü bahsi geçen kıyametler gezegenin bu ekosistemle devam etmesine engel olabilecek ölçeklere hiçbir zaman ulaşmadılar. Fakat iklim değişikliği, bu felaketlerin hiçbirisine benzemiyor: Etkisi küresel ölçekte ve geri döndürülemez boyutta olabilir. Daha da kötüsü, sahip olduğumuz bütün teknoloji ve bilimsel verilere rağmen, bizler de günümüzden geleceğe yönelik gerçekçi tahminler yapamıyoruz; yapılan tahminler küçük değişimlerden kıyı kentlerinin hatta bazı ülkelerin tamamen sular altında kalmasına kadar çılgın bir yelpazeye yayılıyor. Bu da haliyle spekülasyonlara ve insan beyninin fantezi ve hayalgücünden sorumlu bölümlerinin daha fazla çalışmasına yol açıyor.
Bilim kurgu, bilimin açtığı yeni yollarda ilerleyen ilk kaşifler gibidir çoğu zaman; yeninin heyezanı, bilinmezin korkusu, sonsuz olasılıklar ittifak kurar insanın hayalgücü dehlizlerinde. Bu puslu ittifak hikayelere dönüşürken bilimin açtığı yoldaki çakıltaşlarını devasa kayalara dönüşür; geçilmez denilen engeller ise hayalgücünün köprüleri ile aşılır. Bilim kurgu o yüzden tehlikeli derecede insana benzer; rasyonel bir cilanın arkasında irrasyonel bir özden beslenir.
Değişen iklimin açtığı yol da şu an yeni kuşak yazarları kendisine çekiyor. Bilimin karanlıkla bıraktığı her noktaya, hayalgücü ulaşıyor. Yazarların ve senaristlerin hayalgücündeki sonsuz peyzajlara sinen yok oluş, genetiğimize kodlanmış en büyük korkumuzla bizi yüzleştiriyor: Ölüm.
Bildiğimiz haliyle uygarlığımız iklimin daha yaşanabilir hale gelmesiyle oluştu. Milyonlarca yıl mağaralara sinen insanlık, ısınan hava ile açık alanlara yerleşti ve günümüze kadar uzanan uygarlık macerasına atıldı. Şimdi aynı iklim, bu uygarlığı ve bizi yoketmenin eşiğinde. Gelecek birkaç onyılda alacağımız kararlar ve hareketler, iklim değişikliğinin Kıyametin Beşinci Atlısı olup olmayacağını bize gösterecek.
Bilim kurgu ve buradaki özelleşmiş haliyle iklim kurgu, insanlığın bu sorumluluğunu bize hergün hatırlatan eserler olarak yanıbaşımızda duruyorlar. Nasıl ki uzay keşiflerini anlatan her eser, aslında kendimizi keşfetmemiz için birer anahtar rolünü üstleniyorsa; iklimin yıkıcı etkilerini anlatan bu eserler de bizim kendi kendimizi yokedici tarafımızı bize gösteriyor. Bilim kurgu, Asimov’un da dediği gibi bize felaketleri ve sonuçlarını sunmakla mükellef, fakat bu felaketlerden kaçınma ve çıkış yolu, gündelik yaşamımızın içinde, kendimizde yer alıyor. İnsanlık soğuk savaş ve nükleer felaketten -şimdilik- kurtuldu; o dönemin bilim kurgu eserleri, tatlı birer hatıra olarak kaldı; umarım ki iklim kurgu romanları ve filmleri de bizim çocuklarımız ve torunlarımız tarafından aynı tebessümü yaratan, başka bir zamanın miadı dolmuş eserleri olarak görülür.
Atlıların hiç gelmemesi dileği ile…